Sayfalar

12 Eylül 2014 Cuma

Bir Ayrılık Senfonisi


Işık sadece seni o eve buyur ediyordu… Mavidir nirvananın rengi,düşünsene onu görmek körler için ne kadar değerlidir…

Piyazcının önünden geçerken, dönüp bakmam bile cama doğru yanaştırılmış, maydanozla süslenmiş piyazlara, karnım aç olsa da bakmam, bu piyazı sevmediğimden değil, hiçbir anısı yoktur bende fasulyenin, fasulye kendini nimetten saya dursun, hatırsızdır bende kurusu sulusu.

Sabah uyanır uyanmaz, dün gece yarım kalan o ses konuşmaya başlar, önce tek tek sonra binlercesi aynı anda başka başka kelimeleri ve cümleleri konuşur, sonra yerini uğultuya bırakırlar.

Kulağımı kapatmanın bile bir faydası yok...
Çömelip pencerenin önüne odamın camından bakıyorum, bir türkü başlıyor dudağımda ‘’Çift camlardan ses gelmiyor’’ bir adım ötesi balkon ama korkuyorum balkona çıkmaya.

Oksijenden, karsıdaki parktan, o yoldan o yolun sonundaki camiden, caminin yanındaki dar sokaktan, jantçıdan ve ondan sonraki o uzun kaldırımlı asfalttan sonra o marketten köfte almaktan ve hala kilosunun üç buçuk lira olmasından, konserveye sıkışmış o dolmadan sonra dışarıya çıkmaktan ve yola devam etmekten, sol yanımda yürüyenin olmamasından çatacak, sataşacak şebeklikler yapacak birinin olmamasından.

O birinin rüyalarından ve o yolun sonunda ki trafik ışıklarından sonra geçilen diğer kaldırımdan ve o kaldırımın soluna düşen o çokca camı olan binadan o binaya vardığımda gireceğim avludan, o avludan demir kapıya doğru yürümekten…Dikkat çekiyor diye tıkırdayan topuklarıma, küfredecek birinin olmamasıda can acıtırmış.

O demir kapı nedense benim her gelişimde açık oluyor… O açıklıktan içeri Antalya’ da sıkça görülen uçan hamam böcekleri misali uçmayı bildiğim halde gözümün körlüğünden dolayı çarparım endişesiyle sürünmeyi tercih etmekten, merdiven yerine asansöre binmekten, asansördeki aynaya bakmaktan asansörde öpüşememekten ve o tahta kapılı daireyi çalmaktan ve boş bulmaktan korkuyorum…Ve boş o ev.


Ben bu şehrin otogarında sevgilimi hiç uğurlamadım, hiç el sallamadım ardından ve gelişlerinde hiç karşılamadım, çünkü suçluydum ve günahkâr. Camının önünde koskoca bir ağaç var ağacınsa cinsi nedir bilmiyorum, o ağacın yaprakları yağmur yağdığında el çırpmaya başlardı biz bulutlara uçarken, gözlerini kapatırdı o yapraklar ve işte şuan yaş akıttığım gözlerimle o yapraklara bakıyorum ve o yapraklar gibi el çırpıyorum yokluğunla hüküm giyip o ağaca asıldım…

Sensizlik yastık koyduğun ve sırtım üşümesin diye beni koruduğun o duvar kadar soğuk, damağımda ise en son yediğimiz o ekmek arası konserveden ağzımızı sulandırarak çıkarttığımız dolmanın tadı.

Bacak aramdaki o ağırlık evet son hissettiğim, kurşun dökülmüştü o gece kadınlığıma bir daha ermemek için aşka…

Bir el var elden başka her şeye benzeyen, hani bir resim çizersiniz ellerinin ikisi birbirine benzemeyen ve bir suret çizersiniz yüzünün biri ötekine küs, sonra bahaneyi kendinize bulursunuz güzel resim çizememeye hal bu ki o sizin eserinizdir, bazen Tanrı bile kendi çizdiği suret üzerinde beğenmeyip doğurttuktan sonra oynamalar yapabilir, görselliği bozulsa bile görmek isteyen fecir karanlıkta görür anlatılmak isteneni…

Ben üzerinde oynamalar yapılmış, Tanrının sonradan silmeye kalktığı bir surette derin bir kuyuda fedayı gördüm!

Sırtımı dönemiyorum, ensemde ılık bir nefes o nefes ki sinüzitten dolayı sık sık burnunu çeker, ben hep ağzım yukarı yatıyorum, gözlerim açık tavana bakıyorum ve Kızıl Deniz de bir Musa görüyorum ve bir Firavun…

Yalpalanan dünyayı görüyorum Nuh’u görüyorum tufanı görüyorum, kara tenli köleler görüyorum harıl gürül bir ağacı yontarken ve bir çarmıh henüz Meryem döle durmamış İsa yokken.
Geriliyorum...
Çakılıyorum...
Beni gömmeyecekler, kuruyana kadar orada asılı kalacağım, sonra sökecekler beni, annem bana tahtadan yaptığı bebekler gibi cansız.

O bebeğin, yüzünü ben hayalimde çizer ve ne zaman baksam o boş yuvarlağa hep düşümdeki sureti görürdüm. Şimdi onun gibi kollarım açık, kapanmamaya mahkûm kapanırsa eğer öleceğim.

Küf kokusu, bir küvetten gelen su sesi, nemli bir banyoda kalan tel toka, yaşanmışlığımızı dağılmasın diye saçlarından tutturduğum.

Çember daraldı, daraldı çok önceleri sürgüne yollanan Musa’nın Mısıra dönüşü gibi ve Tanrısını ben diye anışı gibi...

Muhammet’in Ay’ı ikiye yarışı gibi...
İbrahim’in karıncadan medet umuşu gibi, inanç değil miydi, Ebediyetteki son durağın adı? Olmaması ihtimalleri yüksekken bile bu anlatılanların.
Reddedilen bir peygamberim, kabilem kör, sağır ve dilsiz benim mucizelerim faydasız ve Muhammedin mührü gibi, göğsümdedir dağlanmışlığım.

Ütopik isimler taksam, şiirler yazsam heykeller diksem ne fayda ki, gericiler güne çıkarttığım zaman kâfir diye beni taşlayacaklar.
Benim ellerimi terden ıslanmış, çıplak tenlere değerek zafer günümde kestiler kutsal kitabını yazmayayım diye aşkın…

Uzak şehirlerin havasını soluyacağız, başka suratlarda dem vuracağız, kahkaha atacağız ayıplayacak bizi yargılar sonra susacağız ve sen diyeceksin ki; Keşke…

Daha oynanmamış oyunların, yenmemiş hakların ve tanınmamış kadınların var, bir bir geçerken şehvete döl tutmuş tarlalardan, ayak izlerin olacak Muhammed gibi miraca çıkarken,inancının ağırlığı altına topuğu ile mühür vuran.

Seni söz yaptım sevgilim, dönmeyeceğim!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Etiketler